Alpagut Gültekin ile
AHMET SOYSAL
Alpagut Gültekin, birçok alana yayılmış bir yapma itkisinin öznesiydi. Yayıncılık, galericilik, etkinlik uğraşı, onda, bu itkinin ancak maddî aracılıklarıydı. Bu aracılıkların niteliğini “organizasyon” gibi genel bir terimle adlandırabiliriz. Bu terim, onunla, “bir araya getirme”, “buluşturma”, öyleyse yapıtlar ile bireyler arasında olduğu kadar bizzat bireyler arasında bağlantılar oluşturma anlamına erişiyor. “Birçok alan” dedim – hangileriydi bunlar? Felsefe, edebiyat (ve öncelikli olarak şiir), sanat (özellikle güncel görsel sanatlar), müzik (çağdaş müzik) ve elbette, sinema. Alpagut Gültekin’in yayıncılığı, bu “birçok”un sunum merkezi olma işlevine sahipti. Bizzat kitap yayınlarının yanısıra, Alpagut dergiciliğe da uzanmıştı. Önce mimarlığı, sanatı, edebiyatı kuşatan Doxa’yı çıkardı. Sonra şiire odaklanan Aç Yazı dergisini. Bu dergileri görmüş, eline almış olanlar, onların üstün içerik ve biçim niteliğini hemen fark eder. Alpagut, başlığını Dağlarca’nın bir kitabından alan Aç Yazı projesine girişirken 1982 ile 1995 arasında çıkan Beyaz dergisini model aldığını söylemişti. Derginin yeni sayısının hazırlığı tamamlanmıştı. Özel bölümü bu kez sinemanın bir şairi ve düşünürüne, Jean-Luc Godard’a ayrıldı.
Ben burada Alpagut Gültekin’in yaptıklarının bir dökümünü gerçekleştirmek niyetinde değilim. Amacım, o nasıl biriydi – bunu tanımlamaya çalışmak. Kendime ve başkalarına. Bir dostluğun süresinde ondan bana erişen anlamların bir toparlamasını, bir sentezini oluşturmak girişimi. Onu tanımış, ona yaklaşmış, onunla çalışmış olanlarda bir Alpagut imgesi elbette oluşmuştur. Ben burada, bir imgeyi yansıtmaktan öte, Alpagut’un içkin gerçeğine bir tanım getirmek istiyorum, daha açık olarak: Alpagut’un bir arayıştan oluşmuş öznelliğinin devinim, yayılma, yoğunlaşma, bağ kurma, sıçrama öğelerinin mantığını ortaya çıkarmak. Tenleşmiş bir öznenin yaratma (aynı zamanda kendini yaratma) serüveni: bunu, Spinoza ve Nietzsche’den sonra, çağdaş düşüncede en yetkin tarzda Gilles Deleuze ele almıştı diyebiliriz. Gilles Deleuze, Alpagut için kesin bir göndermeydi. Bu düşünürün yapıtının nerdeyse bütününün yayınını nasıl özenle, satır satır, defalarca gözden geçirerek hazırladığına tanık oldum. Norgunk’un Deleuze külliyatı Türk yayıncılığında bir mihenk taşıdır.
Niyetim, Alpagut’un öznel gerçeğini Deleuze’cü terimlerle sunmaya çabalamak değil. Yalnızca, Deleuze göndermesini devreye sokmak için bir fırsat buldum. Alpagut, düşünürken Deleuze’ün terimlerine sıklıkla çok yakındı. Alpagut’un bir düşüncesi vardı: konuşmalarımızda Deleuze çağrışımlı ama oldukça özgün felsefî fikirler öne sürerdi çoğu kez. Böylece, bir çeşit doğaçlama tarzında, karşılıklı bir diyalog kurardık: yaşam, o anlarda, özgür ve özel düşüncelerin iletişiminden, paylaşımından oluşmuş ortak bir yaratı yaşamına dönüşürdü. Zaten çoğu kez, diyaloğun konusu bizzat yaşamdı. Nasıl bir yaşam düşünce olup kendine yollar bulur, bağlar kurar – nasıl bir yaşam, kendilikten başkalığa açılır, kendini serüvene atar? Yaşamların bu tekil süreçleri yalnızca felsefe düzleminde değil, ama şiirde, edebiyatta, sanatta, sinemada nasıl sunulur, kurgulanır? Dostluğun özel yaşamsal diyaloğu, gündelik yaşamımız içinde özel parıltı anları oluşturuyordu – çelişmeyen bir diyalogtu bu, aynı şeyi farklı söyleyenlerin diyaloğu; belki de “aynı”, yaşamın kendisi olduğundan, süren çoğul tekil (tekillerin çoğulu, ve çoğulun sürekli tekilleşmesi). Hep kendinin ötesini arayan bir kendi, arayış olarak kendi; başkalığa yönelen, başkalığı sınayan kendi.
Alpagut Gültekin’in, bu dostluk ve diyalog çerçevesinde, düşünür özelliğini vurgulamak istedim. Ama şimdi, onda hemen felsefeye bitişik olan alana, şiire geçmeliyim. Şiiri, bir duygusal ifade çeşidine (iç çekiş, isyan, tutku vs) ya da söylemsel bir anlam sunumuna (politik mesaj, sosyal saptama, etik yönelme) indirgeme eğilimi çok yaygındır. Ama duygu ve söylemi aşan, yaşam ve dünyanın, varlık ve varoluşun iç içe geçmiş çemberlerini sözün en yoğunlaşmış, en yetkinleşmiş ve en uç oluşumlarında ortaya koyan büyük şiire Alpagut çok yakındı. Aynı anda felsefeye ve şiire bu üstün yatkınlığı belki de bir tek Alpagut’ta gördüm diyebilirim. Aç Yazı projesi, Alpagut’un şiire uzlaşmasız, pürüzsüz bakışını yansıtıyordu. Onu Fazıl Hüsnü Dağlarca ile tanıştırdım. İkinci baskısı yapılmamış gençlik başyapıtı Taş Devri’ni, ardından yeni kitabı İçimdeki Şiir Hayvanı’nı yayımladı. Alpagut’un Dağlarca şiirine duyduğu sevgi, verdiği düşünsel önem, nerdeyse bütün konuşmalarımızda kendini duyuruyordu. Başka bir ortak göndermemiz Ece Ayhan’dı. Alpagut da benim gibi, bu iki şairi, dünyanın en büyük şairleri arasında görüyordu. John Keats, Emily Dickinson, Antonin Artaud, Ossip Mandelstam, Aç Yazı’da ele alınan şairlerden (ve Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Behçet Necatigil).
Şiirden düzyazıya geçecek olursak, hemen iki adı anmak gerekiyor. Vüs’at O. Bener ve James Joyce. Alpagut’un Vüs’at O. Bener ile tanışması ve dost olması onun yaşamında çok önemli bir yer tuttu. Beni de tanıştırdı; yazarın Alpagut ile kurduğu yakınlığa defalarca tanık oldum. Vüs’at O. Bener, Türkçe düzyazıda eşsiz bir yaratıcı olduğu kadar kişilik olarak da büyük bir soyluluğa ve cazibeye sahipti. Bu iki insanın birbirini bulmaları çok güzel bir olay. Alpagut, Vüs’at O. Bener ile ilgili, benim de katkıda bulunduğum bir kitap çıkardı (Bir Tuhaf Yalvaç). Yazar, ölürken klasik müzik plaklarını ve pikabını Alpagut’a bıraktı. Daha sonra, Alpagut’la birlikte, bu plaklardan dinletiler düzenledik (müzik konuşmaları ve metin okumaları eşliğinde). Ve James Joyce. Alpagut, büyük özenle, Ulysses’in yeni bir çevirisini yayımladı. Bu kitap ile derin bir ilişki kurmuştu. Homeros’un antik metninin modern projeksiyonu, üslupların ve biçimlerin bir araya getirilmiş çokluğuyla Batı uygarlığının ve onun öznesinin geldiği çelişkili, endişeli, dağılmış ama hakikatten vazgeçmemiş durumunu vermekteydi (hakikatin artık dinde ve felsefede mutlak bir özne olarak tasarlanamayacağı çağa gelinmiş olsa da: Tanrı’nın ölümünden sonrasına kalmış hakikat, içkinliğin, oluş’ların, tekilliklerin yaratısal hakikati).
Görsel sanatlara geldik. Alpagut, sanatın modern serüveninin bir tutkunuydu: Duchamp, Malevich... modern sanatın çatallanmalarla evrilen süreci, bu sürecin sorunsalları... ta bugüne kadar, Türk sanatçıları da içerecek tarzda (Abidin Dino, Nejad Devrim...). Yönettiği sanat galerilerinde (Ariel, Riverrun) ve yayıncılığında güncel Türkiye sanatçılarına geniş yer verdi. Görselliğin her deneysel çeşidine açıktı (Ayşe Erkmen, Canan Tolon, Murat Akagündüz, Antonio Cosentino, Silva Bingaz ve daha birçok sanatçı burada anılmalı). Bu bağlamda bir sanatçıya ayrı bir yer vermek gerekiyor: Sarkis’e. Alpagut’un Sarkis’le kurduğu bağ, giriştiği ortak projeler, aralarındaki özel dostluğu ve anlayışı ortaya koyuyor. Sarkis ile Alpagut’un yakınlığı yalnızca görsel sanatlar alanıyla sınırlanmayıp felsefe, edebiyat ve müzik alanını da kapsıyordu.
Müzik dedik, şimdi Alpagut’un müzik ile ilişkisine değinmeliyim. Alpagut nerdeyse çağdaş sanatın bir tutkunu olduğu kadar çağdaş müziğin de tutkunuydu. Hindemith’in teorik kitabını yayımladı. İstanbul Devlet Konservatuarı’nda 2009 yılının başında, Mehmet Nemutlu ve benim de katkımla, büyük Amerikan besteci Elliott Carter’ın 100. yaş günü kutlamasını düzenledi. Hep zora yöneliyor, zordan kaçmıyordu, çünkü zorun hazlarını ve kazanımlarını öngörüyordu, çünkü sıkı tasarlanmış deneyselliğin nasıl yeni yaşamsal olanaklar yaratabileceğine bir güveni vardı. John Cage’i çok önemserdi. Gérard Grisey’e özel bir sevgisi vardı. Ama entelektüel ya da teorik araştırma düzleminin yanısıra, yeniyetmeliğinden beri blues’a ve caz’a ilgisi olduğunu biliyordum. Fleetwood Mac’ın kuruluşundaki gitarcı Peter Green’e hayrandı. Thelonious Monk’u ve Bill Evans’ı çok severdi. Müziksiz yaşayamayan biriydi. Uzun hava konusunda, metnini yazdığım bir sergi düzenlemişti. Osmanlı klasik müziğine de ilgisi vardı. Neyi severdi (onun bulunduğu birçok mecliste ney üflemişimdir). Burada bir parantez açıp, Osmanlı mimarisine ve hat sanatına duyduğu ilgiden de söz etmeliyim. 2004 yılında Hüsnühat kitabımı yayımladı. Sık görüştüğümüz o yıllarda, hat sanatı konusu üzerine çok konuşurduk. Bir gece bizde Fatih Camiinin önünde bulunan çeşmedeki Mustafa Rakım Efendi’nin müsenna yazısını görme arzusu uyanmıştı, hemen oraya gidip kimi parçaları dökülmüş olan bu yazıya baktık. Hayranlıklarını ifade etmekten sakınmayan, coşkulu biriydi. Bu onun çocuksu yanıydı da. Onun kadar melankoliye uzak biri görmedim. Lucretius’a, Spinoza’ya, Nietzsche’ye, Deleuze’e bağlanması bundandı. Edebiyat ve sanat yaratısı onda yaşam demekti.
Ama sözüm bitmedi. Şimdi en sona sakladığım konuya değinmek istiyorum. Sinemaya. Doğrudan, kendi adıyla (ve kendi adına) yaratıcı olmayı seçtiği sinema alanına. Alpagut Gültekin, şairdi (ama şiirlerini göstermeyen bir şair), düşünürdü (ama düşüncelerini yazmadan, konuşarak ve ancak özel dostluk anlarında paylaşan bir düşünür, bir çeşit düşünce cazcısı) ama asıl, bir gün yönetmen olarak insanlığın karşısına çıkmayı seçmiş bir sinemacıydı. Sinema merakı, bilgisi, zevki dünyada eşine az rastlanır bir düzeydeydi. Dreyer, Mizoguchi, Bresson, Godard onun mutlak göndermeleriydi. Herkesi, yani en iyilerin hepsini biliyordu ve hep araştırıyordu. Film gösterimleri, sinema konuşmaları düzenledi (onlarda Vigo, Bresson ve Godard üstüne konuştum; bir kez Georges Didi-Huberman’ı Pasolini üzerine konuşma yapması için çağırdı). Az olanakla ama büyük özenle iki kısa metraj film yaptıktan sonra, geçen yıl, hastalığının iki dönemi arasında soluk bulup bir uzun metraj filmi büyük ölçüde tamamladı. Bu filmin gösterime hazır duruma getirilmesi gerekiyor. Umarım bu iş zor değildir ve gecikmez. Sinemayı hep düşündü ama geç başladı. Oysa bu geç, onun kendi adıyla ortaya çıkma kararıyla rastlaşan bir vakitti. Bunun nedeni nedir? Olanak ya da vakit bulamamak değil kanımca. Ya da bu eksiklikler bir ölçüde söz konusu olsa da belki daha derin bir neden var. Belki sinemayı, başkalarının sinemasını fazla sevmek (tıpkı başkalarının düşüncesini, şiirini, sanatını fazla sevmek gibi). Kendini düşünemeyecek kadar sevmek. Ve kendini onlara adamak (onları tanımaya, tanıtmaya, paylaşmaya adamak). Alpagut’un sonsuz tevazuu burada söz konusu gibi. Bu çok çaplı, çok derin, çok bilgili, yaptıklarıyla en öne geçen insan aynı zamanda sürekli kendini kenarda, adeta perde arkasında tutmayı seçmiş bir çeşit bilgeliğe sahipti. Alpagut Gültekin, hep ileride ama hep biraz görünmez, başkalarının başkalarına konuşmasına olanak tanıyıp onların ardında ya da yanında hep susan.
Filmini çok merak ediyorum ama bitmiş olsa da son sözünün yerine geçemeyeceği kesin. Alpagut, son sözü düşlemiş biri olamaz. Ayrıca, sözü, yaşamıyla birlikte mutlak kesintiye uğradığında bitmemiş kalıyor olsa da eksik kalmamakta. Öyle çok şeyi kuşatmış ki zaten Alpagut’un yaptıklarıyla özdeşleşen görünür sözü, onu hiç kimse yeniden kat edip sona erdiremez. Alpagut’un görünmeyen sözü ise ancak onda kalabilirdi: o, onun içkinliğinin en iletilmez tekilliğiydi. Ölüm ân’ı, bu gizliliğe vurulmuş nihaî bir kilit. Bundan böyle Alpagut’un görünürü ile görünmezi arasında devineceğiz, ki onun görünmezinin bir parçasını bizim ondaki görünmüşlüğümüz oluşturmakta, siyah ayna, ölüm provalarımızın kayıp izdüşümü.
NB: Alpagut’un eşi Ayşe Orhun Gültekin’in adı, yazının nerdeyse her satırında anılmalıydı. Alpagut’a atfettiğim işlerin hepsinde Alpagut’tan eksik kalmayacak tarzda Ayşe’nin de damgası oldu. Aynı sorumlulukları ve kararları paylaştılar. Aynı ölçüde çabaladılar. Alpagut’a ait olan Ayşe’ye de aittir. Ortaya çıkan toplamda her birinin payını ayırt etmek çoğunlukla olanaksız. Alpagut 16 Nisan 2024’te gitti ama yaşam ve yaratı ortağı Ayşe’de onun yansıması ve yansımasından da öte etkinliği süregelecek.