Kendi Öyküsü
VÜS'AT O. BENER
Efendim, benim de hayatım roman, daha doğrusu gülmece. Neden öyle küçümser bakışlar yerleşti gözlerinize?
Duyduğuma göre yazarmışsınız, yani muharrir. Daha pembe yanaklarımın yeni yeni tüylendiği yıllarda bendeniz de aruz vezniyle manzumeler döktürür, muzip hikâyecikler yazardım. Ne hikmetse göndermek gafletinde bulunduğum mecmualardan hiçbirinde bunlardan bir teki bile yayınlanmadı. Hele, ‘Canım Meyhane’ adını yakıştırdığım üç kıt’alık şiirimin – şimdi dahi bu eserime şiir sıfatını lâyık görüyorum – beğenilmemesine pek münfail olmuş, kederimden yataklara düşmüştüm. Hiç unutmam, Nihat Sami Banarlı nam münekkid, ‘daha çok çalışmalı, meşhur edebiyat adamlarını taklit etmekten kaçınmalı, şahsınıza münhasır üslup geliştirmelisiniz’ buyurmuştu. Yine de yılmadım. Lakin nasihat almaktan gına geldi sonunda, vazgeçtim. O zamanlar gençleri teşvik etmiyor, kabiliyetlerini öldürüyorlardı mirim. Halbuki günümüzde öyle mi? Bakıyorum, yirmileri henüz aşmış gençler ödüllendiriliyor, gerçi ‘Muzır Kurulu’na takılmış bir genç kızımızın yapıtı – laf aramızda okudum, pek beğendim – ama olsun, bravo cesaretlerine doğrusu. İşte tabular böyle yıkılır gümbür gümbür.
Merakımı mâzur görünüz, yaşdaş sayılırız sanırım, saçlarınız iyice kırçıl, görkemli bıyığınız tümden beyaza kesmiş, tevellüd kaç Beyefendi? Bir rivayete göre 1338 mi? Vaay! Maşaallah hiç göstermiyorsunuz. Mer’i İsevi yılına tahvil edersek, 1922 mi oluyor? Öyle. Hah-ha, hayret vallahi, aynı yıl şereflendirmişiz demek kavanoz dipli Dünya’yı. Adınızı bağışlamadınız hâlâ. Tanışalım artık canım. Gerçi sıkılıyorsunuz benden, bu baş belası da nereden çıkageldi masama selamsız sabahsız diyorsunuz içinizden ya, şunun şurasında üç beş kelâm ederek vakit öldürsek fena mı olur. Günlerdir dört masa ötenizde tek başıma oturuyor, boş bakışlarla, sonuna dek açılmış hoparlörden ‘Muazzez Abacı’nın moda şarkısını dinleye dinleye çıldırma derekelerine geliyordum. O hiddetle de, iki bardak fıçı birasıyla kifâf-ı nefs eyleme kararımı dörde katlamak zaruretinde kalıyordum. Biraz da hissi kablel vuku ile zâhir, sizin de bir münzevi, içtimai hayatla münasebatını kat’eylemiş, kahvehanelerde konken, pişpirik, tavla, domino oynamaktan hoşlanmayan bir adam olduğunuza kail oldum, hususiyle gazetenizi son satırına, ilanlarına – bahusus ölüm ilanlarına – varıncaya kadar, kafa kaldırmadan okumaya gayret sarfetmeniz, beni arzına çalıştığım kanaate isâl eyledi.
Bu hayali Hacivat monologunu keselim mi, ne dersiniz muhterem? Zira bir ‘kendinden sözetme’ öyküsünü özgün, ilginç kılalım derken, okuru bıktırmaya hakkımız olmasa gerek. Beni kovun dilerseniz. Hep yeğlediğiniz gibi, duvarlara, ağaçlara, örümceklere, sivrisineklere, hamamböceklerine dökün derdinizi…
N’olur gitme! Beni yapayalnız bırakma Vüs’at O. Bener. Çöz dilimi kabul. Senin sıradan yaşamın da roman, daha doğrusu gülmece. Baban Mustafa Raşit Bener, adını koyarken, herkesi en azından şaşırtmayı tasarlamış olmalı, güldürmeyi değilse bile. Adınla soyadın arasındaki ‘O.’yu giz haline getiren sensin ama… Sorsunlar, merak etsinler, Osman, Orhan, Oğuz… hangisi? Ne Vüs’at’ın anlamını, ne ‘O.’nun hangi adın ilk harfi olduğunu açıklayacaksın – yani açıklamayacaksın – yine de inatla değil mi? Aman pek umurundaydı insanların. Yazarmışsın, pöh! Defol başımdan. Gidiyorsun diye kendimi öldürecek değilim a…
Peki, “Vüs’at’im” demeyi neden hep yeğlemişti, rahmetli anacığın? Öykülerinden “KÖMÜR”dü en çok sevdiği,
Yâd eller aldı beni
Taşlara çaldı beni
Yol uzun, gurbet acı
Dağlar var ara yerde
türküsünü söyletirdi de sana, tutamazdı gözyaşlarını. Mangal yürekli, kahır küpü Mediha Bener. İşte ilk gözünün ağrısı oğlun, toprağa verildiğin güne kıl kalalarda…
Bursa Işıklar Asker Lisesi’ne gönderildiği yıl, on üç yaşındaydı V.O.B.. Geride Erhan Bener yedi yaşında. Kız kardeşleri Bilge Bener 1930’larda doğacak.
İkinci Dünya Savaşı patladı. Kimya Mühendisi olmayı kafasına koymuştu V.O.B., öğretmeninin yönlendirmesi, öğütlerine uyarak.
Savaş kapımızda. Asker lisesini pekiyi dereceyle bitirenlere tanınan üniversitelerde okuma, meslek seçme özgürlüğü sınırlandırılmıştı, asker öğretmen olunabilecekti ancak.
Babasının ağır parasal sıkıntılardan yılgınlığı, yakınmaları aklında. Çalışkan arkadaşları topçu sınıfını seçtiler… Ahmet Yıldız, Suphi Karaman… 1960 devriminde görev alacaklardı. O da aralarında olurdu belki. Ne ki, Asker Sağlık Kurulu gözlerinde astigmat-miyop tanısıyla levazım sınıfına ayırdı onu. İlk yıkım.
1941 – Kara Harp Okulu’nu bitirdiği, on dokuz yaşına bastığı yıl; sınıfının birincisi (1941-1) sicil No’lu Levazım Asteğmeni.
Depremin yerle bir ettiği Dikili’de göreve başlayış.
İstifa yoluyla ayrıldı askerlikten. (1953) Rütbesi Kıdemli Yüzbaşı.
Ortaokulu bitirinceye değin, anasından aldı okuma alışkanlığını (Fransızca bilirdi anası). Arapça, Farsçayı doğallıkla Osmanlıcayı iyi bilen, Darülfünun Fen Fakültesi’nden mezun, doktorasını yapmış, seçtiği daldan çok, doğu yazınına vurgun öğretmen babasından anadiliyle boğuşmayı, haşır neşir olmayı öğrendi. Lise öğrenimi öncesi çağının Türk yazarlarının yapıtlarından çoğunu, Fransız klasiklerinden Türkçeye çevrilenleri okumuştu. Lisede fen bilimlerine yöneldi.
Ege bölgesinde çeşitli görevler üstlenir, (1941-1948) zor koşulların kıskacında. “Ayrıntılara girersem altından kalkamam” diyor, yine de pek tutamıyor dilini…
Daha çocukluğunda kendini yazarlığa adayacağı belli, kardeşi Erhan Bener’le Ankara’ya atandığı sıra birlikte olabildi. (1948)
(1948) öncesi yaşamında ikinci yıkım; eşi Gazale (Harputlu) Bener’i karnında taşıdığı sekiz aylık oğluyla birlikte – gömüldüğü servi ağacının dibindeki tümseğin izi bile kalmamıştır şimdiye – (48) saat içinde bir hastalık sonucu yitirmesi oldu. (1946) Sezaryenle aldıkları oğlunu yaşatabilseydi doktorlar, şimdi kırk yedi yaşını süren koskoca bir adam, ola ki arada bir kapısını çalar, şakalaşırdı onunla, ‘hâlâ mı yaşıyorsun sen babalık, e pes vallahi!’ İhtiyar! Bırak şu sümsük hüznü, anladık dral dedenin düdüğü gibi kaldın ortada, n’apalım, gözünün içine bakan kardeşlerin, dost Ayşe, Neş’e yengen, yeğenlerin var ya – Erhan Bener’in çocukları – ikisi de (Yiğit Bener, Yaprak Bener) aynı cin, bilgili, güzel, içi dışı sevgiyle, coşkuyla dolu, daha ne istiyorsun!
Erhan Bener, Siyasal Bilgiler Fakültesi üçüncü sınıfında. İleride önemli bir maliyeci olacak. Yazarlık fantezi şimdilik. Karın doyurmuyor! Yakışıklı, zeki, atak, kıskanılan delikanlı. Ağabey V.O.B., E.B.’nin birkaç açık kafalı, irdeleyici, duyarlı arkadaşı bir küçük grup oluştururlar. Şantiyeden bozma evlerde, gecekondularda doymaz açlıkla okunur, tartışılır, yazılır, çizilir her konuda, özellikle yazın alanında. Vızgelir Ankara’nın acı soğukları, ağabeyin çalıştığı Tugay tabldotundan sefertasıyla getirdiği yemekler kardeşçe bölüşülür, yatılır, kalkılır ranzalarda… “Gruptan Oğuz Ermumcu’yu anmak gönül borcum” diyor V.O.B.; sürdürüyor sonra, “Has sanat adamı mı olacaksın, göze alacaksın kan içici bir canavarla boğuşmayı, tükenmeyi ölesiye, Çin işkencelerine katlanmayı. Grup’un baskısı üzerimdeydi, ama belki sezdiğim için yufka yüreğime güvenemeyeceğimi, ilezeliğimi; karamizaha sığınmayı yeğliyor, kaçıyordum, geri duruyordum hep.”
(1948) de ara verilmesi zorunlu bir sevda yaşanmıştır, topu bir buçuk yıl süren. Yığınla mektup, sayfalar, sayfalarca… Grup üyelerinin sık sık okuduğu. Bay V.O.B.’nin geleceğin büyük (!) yazarı olacağı düşlerine kendini kaptıran güzel, can, gencecik kadındı, o abartılı, çılgın satırları yazdıran ona. O da erken sayılan yaşta göçüp gitti bu Dünya’dan. Tutkusunu, yanlış inancını yaşadığınca taşıdı, korudu yüreğinde. Kötülük mü etti, iyilik mi? Bilmesen de korkup bırakıverdiğin, yüceliğine erişemediğin insanın adını açıkla bari, kadirbilirlik et bir kez olsun, kızı ressam Sema Ündeğer’i sevindir hiç değilse, nur içinde yat sevgili Neriman Ündeğer. “Senin yüzünden sıkıştırıp durdular beni: YAZMALISIN!”
Yıl: 1950. İkinci eşiyle tanışma, nişanlanma.
Demokratlık paravanasına saklanan, ikiyüzlü partinin despot iktidarı. Türkiye’nin parlak yazgısını tersine çeviren, alabildiğine baskıcı rejimin mimarları yönetimde. Tutuklanır V.O.B.; kardeşiyle, Oğuz’la birlikte. Sonuç: beraat, takipsizlik, ama neye yarar, boyunlarına asılan yafta hiçbir zaman çıkarılmaz. ‘Dikkat sakıncalıdır, ısırır!’
İşte Samim Kocagöz de gitti. “Biraz daha sabredemez miydin somun yürekli adam. Yetişebilirdim belki ardından…”
Demirlibahçe’deki bodrum dairesinin tek odasına kapatmışlardı çocuklar V.O.B.’yi (1949 ortaları olmalı). İlle de yaz. Katıl New York Herald Tribune gazetesiyle Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenlediği Dünya Öykü Yarışması’ na. “Dost, böyle doğdu.” Seçici Kurul üyesi M.Ş.E. (Memduh Şevket Esendal) pek tutmuş, sevmiş bu öyküyü. Samim Kocagöz, Orhan Kemal gibi ünlüler arasında boy göstermeye kalkışan, adı duyulmadık, bu genç âdem de kim ola? Salim Şengil’i görevlendirir, bul getir bana bu – deyim yerindedir – sivri akıllıyı.
M.Ş.E.’nin çalışma odası. Koltuklarında uslu edepli oturan milletvekilleri. Duvarlarda M.Ş.E.’ nin resim çalışmaları. Utangaç bir yüzle odaya alınan V.O.B.’yi, M.Ş.E. çok sıcak karşılar, sırtını sıvazlar şefkatle, yanıbaşına oturtur. İkram faslından sonra, ‘bu genç adama dikkatle bakın, ülkemizin önemli öykü ustalarından biri olacağına inandığım bu insanı şimdiden selamlayın!’ der milletvekillerine. Sözlerini tuhaf bulduklarını gizlemeye çalışan yüzleri ciddi bir tavırla süzen M.Ş.E., konuklarının yarım ağız kutlama mırıltılarından hoşnut görünür. Tatlı tatlı, bıyıkaltı gülümseyerek kapılara kadar geçirir Şengil’le, V.O.B.’yi.
“Şaşkındım. Yerin dibine geçmiştim âdeta. Bacaklarım titrek. Al basmış suratıma. Koluma giren Şengil’le, yanılmıyorsam, Karanfil Sokağı’nı adımlıyoruz. Şengil sevinçle, ‘hadi bakalım, dergi seni bekliyor’, diyor… Kaçınılamaza tutuklandım o gün. Yazılamayan öyküler yazıldı, birbiri ardına yayınlanmaya başladı; Şengil’in Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’nde. Varlık, Yeditepe dergilerinde de görünür oldu.”
(1950-1957) dönemi verimli geçti. Öyküleri (1952) de Dost; (1957) de Yaşamasız adı altında kitaplaştırıldı.
Askerlikten ayrılmayı sürekli düşünüyordum. Minnetle, şükranla andığım, bir bankada çalışan ikinci eşim – umarım adını açıklayacağım için beni bağışlar – Raziye Nugay da beni haklı buluyor, destekliyor, ancak çıkış yolu bulamıyorduk. Beraat etmeme karşın, emekliye sevk edilirim umudu da boşa çıktı. İnadına kıdemli yüzbaşılığa yükseltildim. Böylece iki yıl daha geçti.
(1953) TBMM’ne sunulan muvazzaf subayların zorunlu hizmet süresini (15) yıldan (10) yıla indirmeyi amaçlayan yasa tasarısı bizim için sevinç kaynağı oldu. Ben (12) yılımı doldurmuştum zaten; ne ki doğu hizmeti sıram geldiği için Siirt’e atandım. Tasarının yasalaşması eli kulağında. Niyetim ordudan ayrılır ayrılmaz bir fakülteye kaydımı yaptırmak. Atandığım il’e gidersem, dönem yitirebilirdim. Emekli albay kayınbabamın çabalarıyla üç ay hava değişimi raporu aldım. Yasa çıkmaz bir türlü. Zorunlu olarak, yorucu bir yolculuktan sonra Siirt’teki görevime başladım. Her olasılığa karşı, gitmeden önce Mebus Evleri’nde, ucuz bulduğumuz, tek pencereli, tek odalı, sobalı bir bodrum dairesine taşındık.
Siirt’te üç aya yakın kaldım. Yasa çıktı neyse. Hemen istifa ettim, döndüm Ankara’ya. Cep delik, cepken delik. Eşimin aylığından başka gelirimiz yok. Aklıma Emekli Sandığı’na başvurmak geldi. Yanıt: (12) yılda aylıklarınızdan kesilen aidattan biriken 1800.–TL.sını alabilirsiniz. Aldım. Bereket Ekim dönemine yetişmiştim. Sıra fakülte seçimine geldi. İçim tıp öğreniminden yana. Altı yıl nasıl dayanırız, caydım. Kadı dedemin – anamın babası –, otuz yedi yaşında kalp krizi sonucu ölen yargıç dayımın mesleğini seçmeliydim en iyisi. Yazıldım Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne ya, göz korkutucu, oylumlu ders kitapları da yığıldı önüme, yaş otuz bir, kalkabilecek miyim altından?
Kış bastırdı. Soğuk, eksi yirmilere ulaştı çarçabuk. Fakülte Cebeci’de. Mebusevleri Cebeci arası yayan bir saat en az. Dersleri izlemeliyim. Kaçırırsam ipin ucunu, bir yıl güme gider. Düşüyorum yollara. Ne denli erken davransam, anfi dolmuş oluyor hınca hınç öğrencilerle. En arka sıralarda bile oturacak yer bulamıyorum. Hoca’nın sesini işitmek olası değil üstelik. Hem ne yapıyor hocaların çoğu, açıp kitabını okuyor düpedüz! Bir ay mı, daha mı fazla sonra, direnmenin yersizliğine karar verdim. Otur evinde, çalış daha iyi.
Paltoma bürünüyorum. Tutumlu olmamız gerek, soba gündüzleri yakılmayacak. Hazır paraya can mı dayanır, erimeye yüz tuttu bile. Bir yandan bu böyle gitmeyecek, iş bulmalısın diyorum. Kardeşim E.B.’den yardım isteyemem. Emekliye ayrılan babam, en bunalımlı çağını yaşıyor, aldığı emekli aylığı gülünç. Yanına gittiler E.B.’nin. İstanbul’da Sultanahmet’te çok kötü bir kira evinde babam, annem, kızkardeşim; E.B.’nin aylığının katkısıyla güç bela geçiniyor, yaşam savaşı veriyorlar.
Bir arkadaşımın yardımıyla İstatistik Enstitüsü’nde (6.–lira) gündelikli iş bulduğum sıra mıydı, iyi anımsamıyorum, yine E.B. yetişti imdadımıza. Hesap Uzman Yardımcısıydı o zamanlar. Bergama’ya teftişe gittiğinde, rahmetli eşimin mirasçılarıyla görüşür, peşine düşmediğim miras hisseme karşılık 4000.–TL. alır, gönderir bana. Hiç unutmam karım Raziye Nugay’la birbirimize sarılmış, ağlaşmıştık. Karım, ‘eh fakülte bitinceye kadar bu para yeter bize!’ diyordu. Ben, yine de bu paraya – çok gerekmedikçe – dokunmamaktan yanaydım. Fakülte bitti diyelim, aksamadan. Bir yıl da avukatlık staj süresi var. Büro açacağız sözde, neyle?
Çalışacaksın arkadaş, başka yolu yok. Tam gün çalışılıyor Enstitü’de. Yayan gidiyorum Kızılay’daki işime, akşam 17.30 da çıkıyorum bürodan. Aklıma Milli Kütüphane’ye giriş kartı çıkartmak geldi. Ders yılı yarılanmak üzere, ben daha bir kez okuyabilmişim ders kitaplarını, yüzeyden. Özellikle Roma Hukuku çetin ceviz. Hoca’nın kitabı çelişkiler yumağı bana göre. Fransızcadan çeviri olduğu açık. Latince terimleri sökmek gerek.
Açlığımı simitle ya da poğaçayla bastırarak Milli Kütüphane’ye gidiyorum, saat (18.00-22.00) arası fırsat buldukça sıcak, sessiz salonda kafamı toplayıp hukuk dilini çözmeye çabalıyorum. Bereket Osmanlıcam iyi. Türkân Rado’nun Almancadan çevirdiği Roma Hukuku Dersleri kitabı da, içinden çıkamadığım bu dalda büyük yararı dokunuyor bana. Ne ki, sağlığım bozuluyor git gide. Bırakmalıyım Enstitü’deki işimi. Hastalanıp yataklara düşersem beter yıkılırım. Karım, yine destekliyor beni. ‘Ayrıl, ne yapalım…’ Oysa – adını anımsayamadığım – Şube Müdürüm, pek memnun benden. ‘Üç ay ücretsiz izinli sayalım seni.’ Şaşılacak kadar çabuk kavramışım istatistik kurallarını, inceliklerini. Beni İsveç’e bile gönderebilirmiş! Ah, daha hafif bir iş bulabilsem. Örneğin gece işi. Gündüzler bana kalsa…
Tüm ısrarlara karşın ayrılıyorum Enstitü’deki işimden. Birincil amaç, fakülteyi tökezlemeden bitirmek. Bir yandan kulağım kirişte.
Radyo, spikerlik sınavı açıldığını duyuruyor. Kırk elli aday arasından sıyrılmayı, sınavı kazanmayı başarıyorum. Tam işe başlayacağım, bir gizli güç (!) kapattırıyor yüzüme ekmek kapısını. Bir kamu kuruluşunun açtığı sınav sonucu elde ettiğim birincilik başarısı, yine o gücün uyarısıyla hiçe indirgenmiştir. Anlaşıldı, “Devlet kapısı aşılamaz duvar bana…”
Sabaha karşı evine yayan döndüğün Ulus Gazetesi’ndeki gece düzeltmenliğinden, Cebeci İmam Hatip Orta Okulu’nda saat ücretiyle Türkçe, tarih, yurttaşlık bilgisi, matematik dersleri verdiğin günlerden söz etmeyecek misin bay V.O.B.?
“Yeter!” (1953-1957) dönemi boğuşması sona ermiş, fakülte öğrenimi, yıl yitirilmeden tamamlanmıştır. Avukatlık ruhsatının elime tutuşturulduğu yıl: (1958)
Karımın bir arkadaşının Kızılay’daki apartmanının bodrum dairesine taşınıyoruz. Elde avuçta ne varsa tüketilmesine karşın. Nurullah Ataç, Cevat Çapan, Oğuz Atay, Cemil Eren, Cevdet Kudret, Erdal Öz, Salim Şengil, Turgut Uyar, Nezihe Meriç, Özdemir Nutku, Sevgi Nutku (Soysal), İlhan Berk, Bülent Arel, Can Yücel, Bilge Karasu, Şahap Sıtkı, Leylâ Erbil, Mehmet Önat, Çiğdem Selışık gibi niceleriyle kurulan dostlukları, o günlerin coşkulu yaşamını anımsıyorum da, doluksuyorum hafiften…
Şiirler, öyküler okunur, tartışmalı ev oturumları düzenlenirdi… Tiyatrolara, konserlere gidilmesi de savsaklanmıyor hiç.
Yine iş peşindeyim. Parasal sıkıntılar iyice darboğazda. Bir gazete duyurusu: Ticaret Bakanlığı raportör arıyor. Deli sıfatı yakıştırılan Müsteşar yardımcısıyla görüşüyorum. Hükûmet sıkışmış. Devalüasyon yapılmış. Bakan Hayrettin Erkmen, günübirlik bülten hazırlanmasını istemiş. İthalat-İhracat rakamlarının dolar üzerinden tutarları birtakım cetvellere dökülecek. Hukukçulukla ilgisi yok. İstatistik Enstitüsü’nde çalıştığım bilgisini yeterli buluyor adam. Hakkımda araştırma yapmaya gerek görmeden işe alıyor beni. Aylık (750.–TL.) iyi para!
(1958-1959) Sözcüğün tam anlamıyla korkunç bir çalışma temposu. Körle yatan şaşı kalkar derler, delirdim ben de…
İçten dost, (Doç. Dr. Yökzede) Fatih Gümüş imdadıma yetişti. Uğraştı, didindi, ne yaptı, etti, Karayolları Genel Müdürlüğü’nde bir göreve geçiş yapmamı sağladı.
Yazık ki, çok güç koşullarda göğüslenmeye çalışılan yılların, başka etkenlerin sinirlerini tümden yıprattığı iki dayanışan insanın birbiriyle ilişkisi git gide bozulmaktadır.
‘Ihlamur Ağacı, adını verdiği ilk oyununun Türk Dil Kurumu Tiyatro Armağanı’nı aldığı (1963) yılında karısından – anlaşarak – ayrılır V.O.B.’ Üçüncü yıkım. Ankara’ya taşınan babası, annesi, kızkardeşiyle yaşamaya başlar.
Baba, M. Raşit Bener, geçirdiği ağır bir operasyon sonucu V.O.B.’nin kollarında can verir. Onu ameliyat öncesi Paris’teki görevinden uçakla gelen E.B., V.O.B., ana, kızkardeş Ankara Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verirler. Mezar taşına, Dr. M. Raşit Bener (1890-1965) yazdırılır.
Ana, Mediha Bener Hacettepe acil servisinde kalp yetersizliğinden yaşama gözlerini yumar. Geriye kalan aile bireyleri onu kırk dört yıl bir yastığa baş koyduğu kocasının yanına gömer, mezar taşına (1900-1972) yazdırırlar.
(1959-1978) dönemi bürokrasi çarkını döndürme çabalarında boğulduğu, dişliler arasında ezilmemek için olanca gücüyle didinip durduğu yılları kapsar. “Akıp gitti işte” diyor V.O.B..
(1978) yılında emekliye ayrıldı. (1979-1992) Bir sendikada danışmanlık. İkinci emeklilik.
“Yaş 70’i aşmış. Eder ömrün tamamından çoğu. Eh, bundan sonrası ört ki ölem!”
İmdi, suskunluk yıllarında ne yapıldı? Karalamalar, çöp kovasını boylayan denemeler, ilenmesine karşın, yakasını bırakmayan yazma dürtüsü.
(1980) İkinci Oyun: İpin Ucu. Bir başka değerli yazarla paylaştırılan Abdi İpekçi tiyatro armağanı.
Roman: Buzul Çağının Virüsü. (1984)
Mini-Roman: Bay Muannit Sahtegi’nin Notları. (1991)
Siyah-Beyaz. Öyküler. Yine bir başka yazarla paylaştırılan, (1993) Yunus Nadi, Sedat Simavi Vakfı Armağanları. Sepette ne var? Şimdilik hiç*. Bu olağan serüveni ayrıntılarıyla yazma tasarımı denebilir.
Garip rastlantı. On altı yaşlarındayken sarı saçlı, ela gözlü küçük Ayşe’ye, babasının pencere camına yapıştırdığı ‘Seni Seviyorum!’lu kâğıtlarla duygularını yansıtmaya çalışan toy delikanlının, kırk yedi yaşına ulaştığı sıra tanıdığı, yirmi altı yaşını süren, gencecik Ayşe (Ilıcalı) Bener, O’nu – bu Deli Dumrul’u – direnci, yumuşaklığı, sevecenliğiyle yirmi beş yıl sürecek, daha ne kadar sürer Tanrı bilir, ayakta tutma savaşına girişmişti.
Sağolsun! Böylesi yürek dostlar başına!
* 2003 yılında (11) kitaba ulaşıldı!
Gündoğan Edebiyat, Bahar 1994.
Vüs’at O. Bener, Bir Tuhaf Yalvaç, Norgunk, Ocak 2004, s. 187-207.