top of page
Alpagut Gültekin’in (112-114) Ardından
n üzeri siyah kare
 
SÖYLEŞİ: SEZA SİNANLAR USLU

16 Nisan Salı günü Norgunk Yayınları beklemediğimiz bir duyuru yayımladı:

Alpagut Gültekin’i kaybettik.”

Okuduğum anda dona kaldım, idrak etmeye çalışırken birbirinin peşi sıra kelimeler üşüştü zihnime: Norgunk, Doxa, Kuad, Ariel, Riverrun ve tabii ki Ayşe… Alpagut Gültekin (GSL 112-114) ve Ayşe Orhun Gültekin’in (GSL 121), kültür ve sanat alanında yaptıkları nitelikli yayınların yanı sıra özgün projeleriyle de entelektüel dünyamıza sağladıkları katkıları bir çırpıda anlatmak zor. Böylesine üretken olup, kendilerini bu denli iyi saklayan insan azdır.

Ne mutlu bana ki Ayşe ve Alpagut ağabey ile tanışma şansına erişmiştim. 2008 yılıydı. Henüz yeni tamamladığım doktora tezimden bir sergi yapma fikriyle gittiğim ofislerinden içimi dolduran güçlü bir heyecanla eve geri döndüğümü hatırlıyorum. Beni dikkatle dinlemişler, yapılabilecekler üzerine fikirlerini samimiyetle paylaşmışlardı. Mütevazı tavırları, entelektüel birikimlerinin derinliği, incelikli esprileri ve kendilerine özgü yaklaşımları beni çok etkilemişti. Bu tanışmanın ardından iki yıla yakın bir süre hem Alpagut ağabey hem de Ayşe’yle beraber çalışma imkânı buldum. Çıkardıkları Doxa dergide bir yazım yayımlandı ardından da “Pera Sergileri ve Pera Ressamları” isimli sergi projemizi birlikte gerçekleştirdik (2010). 

Şimdi Alpagut ağabey aramızdan ayrıldı. Kuşkusuz ona dair anlatılacak çok şey var. Ama bunu en iyi yapabilecek kişi olarak sevgili Ayşe’yi görüyorum ve sözü ona vermek istiyorum. Sadece eşi olduğu için değil, 30 yılı aşkın bir zamandır birbirini bütünleyen çok yönlü bilgi ve becerilerinin ürünü olarak göreceğimiz birçok kitabın, çevirinin, dergi, film ve serginin gerçekleşmesinde ortaya koydukları o güçlü yaratıcılığın eş emektarı olduğu için.

Alpagut ağabeyin vefatının üzerinden henüz çok az bir zaman geçmiş olmasına rağmen sorularımı içtenlikle yanıtlayan Ayşe Orhun Gültekin’e çok teşekkür ederim. Ve sevgili Alpagut ağabey, fikirlerin bulaşıcılığına olan inancımla ruhun şad olsun. 

AYŞE ORHUN GÜLTEKİN (121) İLE RÖPORTAJ

SEZA SİNANLAR USLU — Sevgili Ayşe, Alpagut ağabey ile ne zaman tanıştınız? Galatasaray’da okuduğunuz yıllarda tanışıyor muydunuz?

AYŞE ORHUN GÜLTEKİN — Alpagut Galatasaray’dan mezun olduktan çok sonra, 1990 yılında Cemiyet’te tanıştık, ilk buluşmamızsa 18 Ocak 1991, Gilles Deleuze’ün 66. doğum günü. Tabii o gün hayatımızı birlikte geçireceğimizi, ileride Norgunk’u kuracağımızı, birlikte hayal edip birlikte üreteceğimizi, birbirimizin etkilenme, sevme, üretme, yaratma ka-pasitelerini arttırıp, birbirimizi tekrar tekrar yeniden doğuracağımızı, Deleuze’ün yirmiye yakın kitabının yayıncısı olacağımızı, Deleuze’ün Norgunk edisyonu Bin Yayla’sını 18 Ocak 2024’te hastane odasında elimize alacağımızı bilmiyorduk.

SSU — Lise yıllarında her ikiniz de kültür ve sanat kollarında çalışmalar yapmış mıydınız?

AOG — Kültür-sanat kollarında ikimiz de yer almadık ama lise yıllarından itibaren iyi birer kültür-sanat izleyicisiydik doğrusu. Alpagut çok okuyan bir kişi oldu her zaman, ilgi alanları ve etkilenme kapasitesi giderek daha da genişledi, edebiyattan çağdaş sanata, felsefeden üç bant bilardoya, klasik müzikten uzun havaya... Bir konu, bir kişi, bir yapıt ilgisini çeker, onun üzerine uzun okumalar yapar, derinlemesine araştırırdı, hafızası ve ilişkilendirme kabiliyeti çok gelişmiş olduğundan bir alanda öğrendiklerini bambaşka alanlara taşıyabilirdi. Alpagut kadar olmasa da ben de iyi bir okurdum doğruyu söylemek gerekirse, hatta kitaplıklarımız birleştiğinde benzer kitapları, benzer dergileri okumuş olduğumuzu fark etmiştik. Birbirimizi hiç tanımadan aynı konserlerde bulunduğumuzu da anlamıştık sonradan, İKSV’nin düzenlediği müzik ve film festivallerini o dönemde kaçırmadan izlemişiz ikimiz de ayrı ayrı.

SSU — Hangi alanlarda üniversite öğrenimine devam ettiniz?

AOG — Alpagut aslında hep sinema okumak istemiş ama makine mühendisliği okumak durumunda kalmış, Boston’da Northeastern Üniversitesi’nde, annesinin rahatsızlığı nedeniyle de eğitimini tamamlayamadan Türkiye’ye dönmüş. Tanıştığımızda ben Boğaziçi’nde sosyoloji okuyordum, kısa bir süre sonra da evlendik zaten. Boğaziçi sonrası benim eğitimim için –biraz da Türkiye’den uzaklaşmak amacıyla– Montréal’e taşındık. Université du Québec à Montréal’de önce bir yıl sanat tarihi okudum, sonrasında da sanat sosyolojisi alanında yüksek lisans yaptım. Montréal bizim için önemli bir okul oldu, sergiler, kütüphaneler, filmler... zorluklarla tek başımıza mücadele etmeyi de orada öğrendik, birbirimize daha çok yakınlaştık. UQAM’in çok geniş bir sanat kütüphanesi vardı, orada saatler geçirirdik. Benim okulumun yanı sıra şehirdeki bütün üniversitelerin kütüphanelerinden ve semt kütüphanesinden kitap ve film ödünç alma hakkımız vardı, onlarca kitap, film alır, günlerce içlerinde kaybolurduk. O dönem internetten henüz film izlenmediği için

Türkiye’de görmeyi hayal bile edemediğimiz pek çok filme ulaştık o sayede.

Ayrıca okulun hemen yanındaki sinemateke üye olmuştuk, orada neler izledik neler...

 

Şehir merkezinde çok sevdiğimiz Indigo diye bir kitapçı vardı, içinde kafesi de olan geniş bir mekan. Ben okuldayken Alpagut ya sinematekte ya da orada vakit geçirirdi. Okul çıkışı Indigo’ya gider, öncelikle o sıralar okumakta olduğu kitap rafta mı diye bakardım, değilse Alpagut’un içerideki koltuklardan birinde o kitabı okuduğunu anlayıp onu bulurdum. Cep telefonu öncesi bir dönemden bahsediyoruz tabii.

 

Montréal sonrasında Paris’e geçtik, orada École des hautes études en sciences sociales’de (EHESS) yine sanat sosyolojisi alanında bir yüksek lisans daha yaptım. Sonrasında aynı okulda doktoraya kabul edilip gerekli dersleri tamamladım ve tezi yazmak için Türkiye’ye döndük. Boğaziçi’nden başlayarak tüm üniversite sürecinde her şeyi birlikte okuduk, kimi zaman ödevleri bile birlikte yazdık Alpagut’la.

 

Paris’te temelli kalmayı çok istedik aslında ama o zamanki şartlarımız buna izin vermedi. Orada da Alpagut beni okula bırakır, biraz yürüyüş yapar, bir kahve molasının ardından mutlaka felsefe yayıncı-kitapçısı Vrin’e uğrardı, zaten P.U.F., la Hune ve Compagnie vazgeçilmez duraklarımızdı, her gün en az bir-iki kitap satın alırdık, Fransa dönüşü kolilerce kitap taşıdık İstanbul’a. Öte yandan, Klincksieck ve l’Âge d’Homme yayınevlerinin işleyişleri çok etkilemişti bizi, Alpagut’un bir söyleşide söylediği gibi: “Paris bir yanıyla da küçük kitabevleri, bağımsız yayınevleri şehri. Her an her yerde bir kitapçı vitriniyle karşılaşmak mümkün. İşleyiş basit ama etkili: Önde kitap satış yeri arkada yayınevi bürosu. Sonuç: Tarzı olan, tekil, bağımsız bir yayıncılık.”

SSU — Norgunk nasıl ortaya çıktı? N üzeri siyah kare fikri nasıl gelişti?

AOG — Bir yayınevi açma fikri Paris’te geldi aklımıza, öyküsünü Jérôme Lindon başlıklı 50. kitabımızın girişinde özetlemiştik: “Hikâye Paris’te, küçük bir otel odasında başlıyor, tarih 18 Mart 2001. Televizyonda Jérôme Lindon ve Minuit Yayınları üzerine bir belgesel izliyoruz. Minuit II. Dünya Savaşı sırasında yeraltında kurulmuş, Lindon Beckett’in, Deleuze’ün yayıncısı, çok etkileniyoruz. Bir yıl sonra,

9 Mart 2002’de Norgunk Yayıncılık kuruluyor: n üzeri siyah kare.”

Siyah kare Maleviç’ten geliyor, Montréal’deki yüksek lisans tezim Rus Avangardları üzerineydi, ona çalışırken Maleviç’e takılmıştık fena halde. Kendi yazıları ve manifestoları da dahil olmak üzere ne bulduysak okumuştuk. Maleviç’in “resmin sıfır noktası” olarak nitelediği Siyah Kare’sini ilk defa gösterdiği 0,10 sergisi de ayrıca etkilemişti bizi. Sergide Maleviç’e ayrılmış odanın fotoğrafı her zaman eşlik etti bize, eserlerin önünde duran sandalyesiyle birlikte. Yıllar sonra Riverrun’ın açılış sergisi Sarkis’in Sarı Punctum’unda bu sefer iki sandalye enstalasyonun bir parçası oldu, bunlar Sarkis’in sergiyi kurarken bizimle birlikte oturup eserleri izlediği sandalyelerdi, sergi kitabı için çekilen o iki sandalyenin fotoğrafını kendimize çok yakın hissettik her zaman.

Norgunk logosunun tasarımını Alpagut yaptı. Logonun süsten uzak olması ve basitliği her zaman mutlu etti bizi. Tüm yayınlarımızın ilk sayfasında sayfaya ortalanmış halde yer aldı. 

Yıllar sonra Maleviç’in sahne ve kostüm tasarımlarını yaptığı Güneşin Zaptı’nı yayınlamak o yüzden bizim için çok önemliydi. Siyah Kare’nin ilk nüveleri o opera için atılmıştı çünkü. Bir de tabii Maleviç’in Aleksandr Benois’nın asılsız eleştirilerine cevaben yazdığı şu sözler var, ne zaman bir haksızlığa maruz kalsak hatırladığımız: “Benimse, çırılçıplak (tıpkı cebim gibi) ve çerçevesiz tek bir ikondan başka bir şeyim yok, benim zamanımın ikonu bu, ve onunla başa çıkmak zordur. Ama size benzememenin mutluluğu, uçsuz bucaksız çöllerde daha da uzaklara gitmek için güç veriyor bana, zira değişim (çehre) bir tek oradadır.” Bugünlerde sık sık aklıma geliyor bu cümleler, Alpagut’u düşünüyorum.

SSU — Doxa dergi, mekan ve mimarlık merkezine otururken, Aç Yazı dergisi şiirden yola çıkıyor, Kuad Galeri, Ariel, Riverrun ve Büyük Çayır ise daha çok plastik sanatlar sergi vb. üretime zemin oluyor. Norgunk bu oluşumları da kapsar vaziyette özgün bir yapıya sahip. Bu çalışmaları biraz anlatabilir misin?

AOG — Aslında hepsi birbirini çağırdı sanki. Norgunk yoğunlukla sanat ve felsefe kitapları yayınlayarak başladı işe. Gilles Deleuze yayınevinin olmazsa olmazı, sanki ruh ikizimiz, ondan aldığımız oku başka yerlere atmaya çalıştık hep. Öte yandan, içerik kadar baskı ve kağıt kalitesine önem verdik her zaman. Kendimizin okumaktan mutlu olacağı kitapları yayınladık, ticari bir kaygımız hiç olmadı.

Daha sonra Doxa geldi, dergi yayıncılığı ayrı bir heyecan.  Her sayı öncekilere ekleniyor, hepsi bir arada bir kompozisyon oluşturuyor. İkinci dergimiz Aç Yazı Dağlarca’dan ilhamla geldi: “Dağlarca’nın fikriydi. Garip hayvanlar tarafından koklanmış bir şiir dergisi çıkaracaktık ‘birlikte’. Burda,  Hindistan’da, Afrika’da. Sunuş dizelerini hemen oracıkta yazdırdı: ‘Buğday yerine sözcüklerimi serpmişim sevgili toprağıma/ Hepsi büyümüş aç yazı olmuşlar yönlere doğru/ Okuyan varır ulaşacağına kendiliğinden. Olmadı. Çocukların okuldan yine bağrış çığrış çıktığı bir ekim günü aramızdan ayrıldı Dağlarca. Göklere karıştı sesi, gökler göklere karıştı. Oralarda nasılsın. Dağlarca bugün 100 yaşında. Aç Yazı bugün mümkün oluyor, yönlere doğru.”

Aç Yazı’nın bir özelliği de her sayının kapağını farklı bir sanatçının hazırlaması. Davet ettiğimiz sanatçı ofset kapağı hayal ediyor öncelikle, sonra da üzeri boş bırakılmış 32 kapağa doğrudan müdahale ediyor, çiziyor, boyuyor, kolaj yapıyor, ne isterse... Sonrasında bu 32 kapak kendi özel sergi masasında sergileniyor.

Bir de kurucusu olduğumuz mekanlar var: Önce Kuad, sonra Ariel ve Riverrun. Bu mekanların hiçbirini sadece sergi mekanları olarak hayal etmedik. Hep başka etkinlikler de davet ettik onlara. Kuad’da John’ Cage” sergisi tam da Cage’in doğum gününde özel bir konserle sona ermişti örneğin. Orada Giacinto Scelsi dinletisi bile düzenlemiştik konservatuardan dostların desteğiyle. Bunun yanı sıra konuşmalar, buluşmalar, kitap tanıtımları... Ulysses oradan dünyaya açılmıştı. Joseph Kosuth’un Finnegan’s Wake’den seçtiği metin parçalarından oluşan sergisi için de Armağan Ekici yapmıştı çevirileri.

Ariel ise bizi başka türlü heyecanlandırdı, orada ilk defa katalog odasını hayal ettik, içine girilebilen bir katalog... Duvarlardaki panolara sergiye ilham veren fotoğrafları, sergide yer alan sanatçıların başka eserlerinin reprodüksiyonlarını, öne çıkarmak

istediğimiz çeşitli alıntıları eldeyapım kitaplarla birlikte bir katalog yapar gibi yerleştirirdik, bunların neredeyse tamamı Ariel’in sıradan yazıcısında basılır, orada kesilip yapıştırılıp hazırlanırdı. Her bir sergi için farklı bir kitaplık derler, sanatçılarla söyleşileri de içeren bir video hazırlardık. Katalog odasının ortasındaki kocaman masada da biz kendimiz çalışırdık, gelen izleyiciler bizimle birlikte oturup odadaki her şeyi okuyup inceleyebilirdi. O masada çok uzun sohbetler yaptık, günler, geceler geçirdik, tanıdığımız veya yeni tanıştığımız dostlarla. Ariel’de de sergi sohbetleri, sanatçı konuşmaları, koleksiyoner buluşmaları, kitap tanıtımları, dans gösterileri, neler neler düzenledik. Orada doğan pek çok dostluklar oldu.

Sonra Riverrun geldi, akar durmaz nehir... İçimiz içimize sığmadı o mekanda. Ariel’de başladığımız yolculuğu orada çok daha büyük ve etkileyici bir mekanda devam ettirdik, Bülent Erkmen’in bitmez tükenmez desteğiyle. Sergiler, film gösterimleri, sanatçı konuşmaları, buluşmalar düzenledik orada da. En alt kattaki avlunun diğer tarafındaki odayı içinde çalışılabilir, yaşayan bir enstalasyona çevirdik Sarkis’in eserleriyle. Norgunk’u da o odaya taşıdık doğal olarak, Sarkis’in bizim için yıllar önce yaptığı neonla birlikte. Ayaklarımız yere basmadan giderdik oraya, pek çok proje o odada doğdu. İkinci kısa filmimiz Kritik Mesafe’nin bazı sahnelerini orada çektik örneğin.

Büyük Çayır ise “2018 yılında, İstanbul’da, 2 Ağustos-15 Eylül tarihleri arasında, 14 mekan ve mecrada, 29 sanatçı ve kolektifin katılımıyla gerçekleşen, Norgunk’un düzenlediği çağdaş sanat etkinliğiydi”. Mekanların kapalı olduğu bir dönemde hiçbir sponsor olmadan sanat ortamını harekete geçirerek gerçekleştirdiğimiz bir kalkışımdı. Yeni edisyonu 2024 sonbaharında yapmaya hazırlanıyorduk ama Alpagut’un başka bir vesileyle söylediği gibi: “Bu fikirler bizimle kaldıkları müddetçe bir ölçüde gerçekleşmiş de sayılırlar.”

SSU — Sinema da sizin için önemli bir alan oldu sanırım, bu konuda neler söylemek istersin?

AOG — Birlikte iki kısa, bir uzun film çektik, bir de kurgusu hiç yapılmamış deneysel bir film. Lenz başlıklı uzun metraj filmi çekerken, ayaklarımız yere basmadı yine, çok büyük bir heyecan yaşadık. Alpagut’un sonsuz bir hayal etme, heyecanlanma kapasitesi vardı zaten. Aynı anda pek çok projeye birden çalışırdık, kitaplar, sergiler, filmler, başka projeler... bazıları gerçekleşir bazıları gerçekleşecekleri günü bekler. O yüzden tamamlanmayı bekleyen birçok film projesi de var Norgunk’un önünde.

SSU — Sevgili Ayşe, sorması zor ama, sonra?

AOG — Her zaman öncelikle işin kendisi için çalıştık biz, varımızı yoğumuzu ortaya koyduk. Yaptığımız her işi, ortaya koyduğumuz her üretimi çok önemsedik, çok sevdik ve belirli bir kalitede iş çıkarmak için “iki kişinin ideal bir kalabalık” olduğunu düşündük hep. Dahası biz nereye gidersek Norgunk’un orada olduğuna inandık, tatile bile gitsek bilgisayarları, yazıcı ve kitapları yanımıza alırdık, Norgunk orası olurdu. İki kişi çalışmanın güzel yanı bu aslında. Bir hafiflik duygusu da verirdi bu, Bin Yayla’nın arka kapak metnine seçtiğimiz alıntı gibi: “Yeryüzü hafiflik olsun.”

Norgunk’a gelen söyleşi önerilerinin pek azını kabul ettik doğruyu söylemek gerekirse, kendimizi öne çıkarmayı ikimiz de hiç sevmedik, internette pek fotoğrafımız bile yoktur o yüzden. Kabul ettiğimiz söyleşileri genellikle Alpagut cevaplardı, bunu da o kadar iyi yapardı ki, sonradan tekrar tekrar yüksek sesle okurduk söyleşileri, her biri birer manifesto gibiydi. Bu sefer görev bana düştü, ama her bir kelimeyi Alpagut’la birlikte yazdım. Biz 33 yıl neredeyse 24 saat ayrılmadan birlikte yaşadık, düşündük, hayal ettik, yarattık, ürettik, sonunda öyle bir hale geldik ki tek bir insan olduk, “sen-ben oluş” derdik buna, Alpagut hem Alpagut’tu hem Ayşe, ben de hem Ayşe’yim hem de Alpagut. O nedenle bu söyleşiyi birlikte cevapladık, bundan sonra Norgunk’un yaratacağı, üreteceği her şeyi birlikte yapacağımız gibi.

Linkler

www.norgunkfilm.com

www.riverrunistanbul.org

www.norgunk.com/alinlik-elif-bereketli

http://ekici.blogspot.com/2012/12/joseph-kosuth-wake.html

[Sultani Dergi, Haziran 2024]

bottom of page